this machine kills me!
paraphora.
17 Mayıs 2014 Cumartesi
Yeni abidler
8 Nisan 2013 Pazartesi
rutin
Rutinim yok. Tek tek, tekrar tekrar düşünerek, farklı yerlerde girip farklı yerlerden çıkarak, ama aynı hastanenin içinde, ama aynı insanlarla birlikte, her gün aynı dolmuşla gidip, aynı dolmuşla dönerek, aynı yemeği yiyip aynı çayı içerek ve en önemlisi aynı kişi olup aynı farklı kişi olmayı isteyerek yaşıyorum.
Rutin diye bir şey yok, "h" yüksekliğinde olsa keşke her şey. Sürtünmeleri ihmal etsek, yer çekimini her insan için her mücadelede eşit kabul etsek.
A, kendi hakkımı yemeyeyim, her yazımı öyle hissetmesem bile saçma sapan bi duygusallıkla yazma gibi bi rutinim var.
3 Kasım 2012 Cumartesi
iyi hayat
ps: hem yürürken hem de yazarken "good song" çalıyordu.
27 Temmuz 2012 Cuma
kökler
3 Haziran 2012 Pazar
tüketilme denemesi
ama aslında en güzeli, yazarı denemesini yazarken tüketmeyi denemek olurdu.
19 Nisan 2012 Perşembe
alıntı no bilmemkaç
Alyuvarlar, akyuvarlar, bir de alaturkadan mürekkeptir kanımız.
Dinlerken sıkılsa da canımız,
Nasıl bir şeydir (acaba güzel midir?)
Kim bilir.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar, sf. 127.
Kanımızdaki alaturka tınıyı dinlemekten sıkıldığımız için mi bütün bunlar? Yoksa onu bir türlü duyamadığımız için mi? Bütün bu şarkılar, kitaplar...
7 Nisan 2012 Cumartesi
biz burada yok iken
10 Mart 2012 Cumartesi
suck it and see, alex!
arctic monkeys'in albümünün adı buradan gelmiş gibi duruyor. hem solistin adı da alex filan ya.
18 Aralık 2011 Pazar
"çanakkale sendromu"
demiş emrah serbes (afili parçalar no.43).
futbolun metafor olarak kullanılmasına bitiyorum. "piknikte dömivole"yi okurken fark ettim bunu, "santrforun rüyası"nı okurken bundan emin oldum. ve hatta şu an "kalecinin penaltı anındaki endişesi"ni okuyarak devam ediyorum. devam edeceğim.
2 Aralık 2011 Cuma
dr. livingstone, i presume!
"ekvator hikâyeleri"nden, sf. 126, g. guadalupi - a. shugaarsf.
henry morton stanley, kendisinden uzun süredir haber alınamayan dr. livingstone'u gördüğünde böyle demiş. bi de arthur dent, birilerinin kılığına girmeli (ne deniyordu cidden hatırlamadım) bi partide kim olduğunu soran tricia'ya böyle cevap vermişti. o akşam tricia ise darwin olmuştu.
işte ben filmi izlediğimde bu sahneyi anlamamıştım. şimdi anladım. aslında ilk başta bi heyecan yaptım, biri stanley biri livingstone muydu yoksa filan diye. ama tabii, douglas adams kitabı olunca darwin'in nerede çıkacağı belli olmuyor. oysa yap tricia'yı stanley, ben de bi şey buldum diye sevineyim.
21 Kasım 2011 Pazartesi
barış bıçakçı'nın yeni kitabını okuyordum, "sinek ısırıklarının müellifi". kitabın her yerini her şeyini alıntılayabilirim. konusu açıldığında hakkında fazlaca konuşabilirim. yani eğer kullanılan kelime sayısı da evrendeki atom sayısı gibi sabitse, bıçakçı'nın kitabında her şeyi çok iyi anlattığı için kullanmasına gerek kalmayan onlarca, yüzlerce kelimeyi ben o kitaptan bahsederken etrafa saçıp kelime kotasını doldurabilirim.
bu kadar heyecan yapmamın sebebi, sayfa 77'deki (24.bölüm) şu paragraf:
"ülkemizi karış karış bilen ve seven bir ziraat profesörü, 1957 yılında yayımlanan kitabında, bir mayıs günü iç anadolu'nun bozkırlarında hangi otları yediğini anlamak için kara gözlü bir koyunun peşinden saatlerce dolaştığını anlatıyor, birkaç bölüm sonra da bu kez orta karadeniz'deki bir ormanın sonbahar renklerinin dökümünü yapıyor: 'koyu yeşiller köknar, açık yeşiller çam. altın sarısı yapraklar titrek kavak. limon sarısı yapraklar gürgen. turuncu-sarı ve kızıl yapraklar kayın. pas renkli yapraklar meşe.'"
ben o kitabı çok severim. hatta bende ondan 2 tane var, biri balıkesir'de, biri samsun'da evde. hani aklıma gelirse açıp bakayım diye. daha ne güzellikler var içinde. demek ki barış bıçakçı da okumuş, sevmiş. demek ki bi türlü okumasını istediğim kimseye okutamadığım kitabı, en sevdiğim yazar okumuş. okumakla kalmamış kitabında o kitaptan bahsetmiş ki ben bu sayede çok güzel bi kitap okurken çok güzel bi kitap daha okuyabileyim. şu an saçmaladım ama bugün bi öföri sık gelmiyor, kolay atlatılmıyor.
"sinek ısırıklarının müellifi"nde kitap boyunca başka kitaplardan (alıntı yaparak ya da yapmadan) bahsetmiş bıçakçı; ama sanırım bu hariç hepsinde ya yazarın ya da eserin adını vermiş. bunda kasıtlı mı belirtmemiş emin değilim ama ben de yazmayacağım hangi kitap olduğunu ki ben de çok güzel bi kitaptan sevgiyle bahsederken çok güzel bi kitaptan daha sevgiyle bahsedebilmiş olayım.
23 Ağustos 2010 Pazartesi
franny ve zooey'i okurken
salinger bana hiç acımıyor çok acımasız. kendilerini kolaylıkla ifade edebilen adamlar, kadınlar betimlemiş. herkes çok zeki, herkesin geniş ve objektif bir bakış açısı var. zaten bu yüzden çok rahatlar. kafaları rahat değil ama.
olmaları gerektiği gibi olmayı başarmış karakterler bunlar sanki.
kendime yakın hissettiğim bir sürü roman karakteri gibi sıkkın, üzgün, takıntılı filan da olsalar, bizim benim bir türlü yapamadığımız şeyi yapmışlar, öz-memnuniyetlerini sağlamışlar.
kendimi roman karakterleriyle karşılaştırmam şimdi biraz sıkıntılı saçma geldi ama; ben franny’yi her türlü döverim yani.
babam hapse girmiş ve karate biliyorum.
insanlar dediğim yaşıtlarım tabii. o zamanki. ben de 4-5 filanım herhalde.
ben de gayet normal bir banka memuru olan babamın eskiden hapiste yattığını iddia ettim. “benim babam seninkini döver”in oz versiyonu.
hemen arkasından “karate biliyorum” dedim ve ellerimi “hi-yaa” pozisyonuna soktum (bence bunu herkes anladı).
“ben de pisimdir haaa” hesabı.