18 Aralık 2009 Cuma

alıntı #5

"okul binamız bu hikayenin neresinde yer almalı bilmiyorum. hep aynı yöne kıvrılan merdivenleri, anlatılmasa da olur kapısı, pencereleriyle benzerlerinden farksızdı. bizimki çamların arasında denize nazır olanıydı; bozkırın ortasında olsa ne değişirdi? gözü uzaklara dikili kendini beğenmişliktir okul binaları."

aysun sezer yazmış, kitap-lık'taki "bay meursault" hikayesinden (aralık 2009, 133).

lisedeyken okulun binasına bok atıp dururdum, böyle bi ifade gücüm olmadığından heralde. yoksa his aynı bence, okulu sevmemenin cümleleri.

17 Ekim 2009 Cumartesi

dr. evil and his friend çaklıt kid

dr.evil and his friend çaklıt kid, geleceğe dair şeytani planları olan iki arkadaştır.

dr.evil, ileride tıp okulundan mezun olduktan ve çok çok çalışıp dünyayı aids'den kurtardıktan sonra şeytani bi planı uygulamak isteyen kişlidir.

çaklıt kid, "her silah öldürür. akıl yaşta değil baştadır. bi de şey, deniz suyu tuzludur." diyen, doymak bilmez bi aforizma canavarı, bi filozoftur. ve ileride, dr.evil onu iyileştirdikten sonra, şeytani planını uygulamak isteyen kişidir.

plan, aids'in üstünden silinmesiyle rahat bi nefes alan dünyaya gününü gösterecek, panzehiri sadece dr.evil ve çaklıt kid ikilisinde bulunan verem benzeri bi salgınla yayılacak korkunç bi hastalığı piyasaya sürmektir.

dr. evil and his friend çaklıt kid ikilisi, sattıkları panzehirlerden kazandıkları parayla düzinelerce tutti frutti tequelas içmeyi ve dünyayı başka bi aforizmayı, kimsenin duymaya henüz hazır olmadığı bi aforizmayı, kaldırabilecek seviyeye getirmeyi amaçlamaktadır.



not: ali, this is for you.

7 Ekim 2009 Çarşamba

alıntı #4 (special thanks: onur)


"bir kez tüm bu bay vinson'ları atlattıktan sonra, gönlünde yatan türden bilgiye adım adım yaklaşmaya başlayacaksın; yani, istiyorsan, arıyorsan ve bekliyorsan onu. diğer pek çok şeyin yanında, insanların davranışları karşısında aklı karışan, korkuya kapılan, hatta hasta olan ilk kişinin sen olmadığını anlayacaksın o zaman. bu konuda hiç de yalnız değilsin. heyecan ve dürtüyle öğrenmek isteyeceksin. aynı senin şimdiki durumunda, pek çok, pek çok insan ahlaksal ve ruhsal sorunlarla karşılaşmış. ne mutlu ki, bazıları bu sorunları yazmışlar. onlardan öğreneceksin bunları; eğer istersen. aynı biçimde, bir gün senin önereceğin bazı şeyleri başka birinin gelip senden öğrenmesi gibi. ne güzel bi düzen bu, sırayla, karşılıklı. ve, eğitim de değil bu. tarih bu. şiir bu." (sf. 179-180)


not: neden special thanks onur'a? çünkü çavdar tarlasında çocuklar (the catcher in the rye) okumamı o tavsiye etti.

29 Eylül 2009 Salı

oh-noo!

taaa samsun'a gidecek olmak. taaa oraya.

büyük bavul, küçük bavul. içleri full dolu. boş bi gardrop. bissürü atılacak eşya. bissürü götürülecek eşya. sinir bozucu çamaşır makinası. daha sinir bozucu anne nasihatları.

keşke yatağımı da götürebilsem lan, resmen ranzada yatıcam. e ben hiç yatmadım ki ranzada?
keşke masamı da götürebilsem lan, resmen ufak bi masada çalışıcam. e ben hiç çalışmadım ki ufak masada?

keşke tatili de götürebilsem lan, resmen tıp okuycam. e ben okumadım ki hiç tıp?

26 Eylül 2009 Cumartesi

uçmak-uçmak

filmlerin, kitapların etkisinde kalıyorum ben. şimdi de douglas adams'ın bi kitabındaki ve kusturica'nın bi filmindeki "uçma" eyleminin gerçekleşebilme şekline bayılıyorum.

arizona dream'de eğer kimse sizi fark etmezse, uçtuğunuzu yani, uçabilirsiniz. evlerin camlarından filan içeri bakarak yani. ki elaine anlatır axel'e bunu gençliğinde yapabildiğini.

otostopçu'nun galaksi rehberi'nde (hangi kitapta geçiyodu hatırlamıyorum ama) uçtuğunuzun farkına vardığınız an, uçuş biter. başkalarının görüp görmemesi önemli değildir, yeter ki siz fark etmeyin uçtuğunuzu.

film olanında uçmaya, uçmayı isteyerek başlarsınız, yani elaine öyle yaparmış, gençken.

kitap olanında uçmak, düşerken dikkatinizin dağılmasıyla, yani bi anlığına düştüğünüzü unutup başka bi şey düşünmeye başlamanızla gerçekleşir, yani arthur'un yaşadığı bu.

filmde, yönetmenin filmlerinde hissedilen o naif duyguyla, süzülerek uçulur.

kitapta, yazarın espri anlayışına paralel bi absürtlük vardır, farkında olmadan uçulur.

13 Eylül 2009 Pazar

asabiyet v.s. asabiyet

pek sakin biriyle pek asabi birinin sinirlenmesi bir tutulamaz bence. baştan söyleyeyim: ben sakin insanın sinirinden korkarım.

asabi adamımız yıllardır; birisi çarpsa bağırır, maç izlerken bağırır, çay kötüyse bağırır, biri yanlış bi şey yaparsa kesin bağırır. sakin adamımız bu tip olayların hepsinde öfkesini (varsa) bastırır, sakin sakin devam eder.

tıpkı maden ocaklarında biriken metan gazı gibi, sakin insanımızın da açığa vurulmamış öfkesi vardır bence içinde. o sinirlenirse tam sinirlenir gibi sanki. asabi insanımız ise sürekli sinirini boşalttığında onun sinirlenmesi biraz tırt olur, pek sallanmaz. (belki de bu yüzden böyle kolay sinirlenen insanların neşesi pek güzel olur.)

sonuç olarak; sakin asabiyet, asabi asabiyeti çok feci benzetir.


not: iyi anlatamadım ben bunu yahu.

10 Eylül 2009 Perşembe

reklamsa reklam!

"are we want the funk, we want the funk" lalala diye giden bi şarkı var arkaplanında bu reklamın. üç adet okullu çocuk dansediyor, çok kugl bi dansları var kerataların. aynı ben.



bu arada şarkı "gerardo-we want the funk" imiş (araştırmacı blogçuluk).

7 Eylül 2009 Pazartesi

yeni mail adresim!

cekoslovakyalilastiramadiklarim@abcdefghijklmnopqrstuvwxyzabcdefghijklmnopqrstuvwxyzabcdefghijk.com


cidden!!!

5 Eylül 2009 Cumartesi

philippe "yazar" djian (alıntı #3)



philippe djian favori yazarlarımdan olmuştur, ilk defa bi kitabını okumaya başladığın andan itibaren. çeşitli durum ve konularla ilgili yaptığı değerlendirmeler mükemmeldir bence. kitaplarından not defterlerime sayfalarca not almışlığım, utanmadan sıkılmadan kimi tespitlerini etrafımdakilere satmışlığım vardır.

eşiktekiler'in ilk bölümünde nefis bi yazar-şair karşılaştırması (karşılaştırma demese miydim tesbiddir belki de tesbid) var, aklıma geldikçe gülümserim. biraz uzunca bi alıntı olcak gibi; ama bana kalsa kitabı komple alıntılardım. dikkat! ahan-da:

"henri ile birlikte mutfaktaydım, onu yarım yamalak dinlerken sakin sakin bir şeyler ayıklıyordum. şiirin her şeyden üstün olduğunu bilmem kaçıncı kez kanıtlıyordu bana. işin en korkunç yanı, haklı olmasıydı, ama ben bunu kabul etmeyi her zaman reddetmişimdir. roman yazabilirdim, bir sürü öykü yazabilirdim, ne var ki doğru dürüst tek bir şiir bile yazma yeteneğim yoktu; şiir benim çok iyi bilmediğim bir alandı. birkaç tümceyle sizi alaşağı eden, soluğunuzu kesen bu adamlara karşı sonsuz bir hayranlık duyuyordum; ancak işin can sıkıcı yanı, bunların tümünün yarı kaçık olmalarıydı. kendi kendime sorup öğrenmek istediğim sorulardan biri şuydu: acaba şiir mi insanı delirtiyordu, yoksa tersi mi söz konusuydu? ama gördüğüm şey de şuydu: bir yazar akşam yemeği hazırlayabiliyor, bir ozan ise bu sırada ayaklarını masanın altına uzatmaktan başka bir şey yapmıyordu."

son cümleyi çok sevdiğim için koca paragrafı alıntıladığımı itiraf ediyorum.

4 Eylül 2009 Cuma

dünyanın en kısa bilim kurgu öyküsü

geçenlerde tekrardan okuduğum bi gökhan özgün (favori köşe yazarım, artık yazmıyor olsa da eski yazıları tekrar tekrar okunacak cinsten) yazısında aklına gelen dünyanın en kısa bilim kurgu öyküsü dediği cümleyi yazmıştı:

dün, bütün evren yeniden kurulacak. fazla kurcalanmadığında oldukça hoş bi cümle bu. ve bence bi bilim kurgu öyküsü sayılabilir.

ama google'da biraz gezinince başka bi öykü çıkıyo karşıma çeşitli bloglarda ve sitelerde, dünyanın en kısa bilim kurgusu olarak:

profesör john, yıllardan beri zaman konusu üstünde çalışıyordu.
“fakat sonunda çözümü buldum,” dedi kızına.
“makine bizi geçmişe götürecek.”
makinedeki düğmeye bastı.
“bununla zamanı geriye çalıştıracağız.”
“çalıştıracağız geriye zamanı bununla.”
bastı düğmeye makinedeki.
“götürecek geçmişe bizi makine,” kızına dedi.
“buldum çözümü sonunda fakat.”
çalışıyordu üstünde konusu zaman beri yıllardan john profesör. (fredric brown yazmış)

istemeden de olsa ben ezberledim galiba ikisini de. artık artizlik yaparım orda burda:
"dünyanın en kısa bilimkurgu öyküsünü biliyo musunuz you luzırs? peki daha da kısasını?"

21 Ağustos 2009 Cuma

*batteries not included

çevredeki bütün apartmanlar yıkılırken, bi apartmandakiler inatla ve büyük bi çabayla, bütün baskılara karşı apartmanlarını yıkımdan kurtarmaya çalışırlar. artık bi mucizeye ihtiyaçları olduğu anda, mucize gelir.

güzel şarkılar dinlemek gibi bi şey bu filmi izlemek. 80'ler modası da cabası.

"Did we miss the sunset?"

where are you pablo?





















pablo'nun derdine düştüm resmen. where are you pablo, i've looked everywhere for you. dilimden hiç düşmüyosun pablo, and the nightmares came over me again.

en sevdiğim albümleri "The World According To Pablo", tekrar tekrar dinlenesi. diğer üç albümleriyle ve iki tane aslından güzel cover'la birlikte sitelerinden indirilebiliyo.

billie the vision & the dancers. dinleyin, dinletin.


Edit: Kaç sene olmuş yazalı bilmiyorum ama ben artık dinlemiyorum bunları. Siz ne yaparsanız yapın.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

alıntı #2

"çılgına dönmüş dinazorlar bir insan fosili buluyor..."
william s. burroughs (arabölge'den)

ilham verici cümleler okumak iyi geliyo.

26 Temmuz 2009 Pazar

İstanbul tarafından eğitilmek

istanbul'da hiç yaşamamış biri olarak tv'deki haberlerin çoğunun istanbul'la ilgili olmasına, her şeyin (konserler, sergiler, festivaller, ilginçlikler) istanbul'da yapılmasına sinir olurdum. en sevdiğim grup gelir ve tabii ki konseri ordadır, picasso oraya gelir, rengarenk boyanmış inek heykelleri orda sergilenir filan.

tabii ki hiç oraya gitmemiş değilim; hatta klişe istanbul fotolarından birkaç tane de ben çektim. ama hiç sosyal nimetlerinden faydalanamadım, tv'deki istanbul'un bi parçası olamadım (lakin olmuş da olabilirim).

eskiden bu durum beni üzerdi; ama yakınlarda fark ettiğim üzre, her ne kadar bi parçası olamasam da istanbul'dan baya bi faydalanıyormuşum meğer. şehrin bütün hareketi, canlılığı; tv programlarına, dergilere, kitaplara anlatacak bir şeyler veriyor ve ben, gitmediğim bi konser ya da görmediğim bi sokak sayesinde bi şeyler biliyorum.


edit: bunu yazdığımda lise yeni bitmişti. geçen üç yılda, istanbul'un "sosyal nimetlerinden" defalarca yararlanmışımdır sanırım. hiç de anlattığınız gibi değilmiş adiler.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

seni sevmiyorum pink floyd

hep o fanların yüzünden. senin bi efsane olduğunu söyleyip duruyolar pink floyd. senin şarkılarının dünyanın en güzel şarkıları olduğunu söyleyenler var. seni dinlemeyenlerin kültürel düzeyleriyle ilgili ileri geri konuşuyolar, zevkleri hakkında da öyle.

comfortably numb'ı sadece scissor sisters söylediğinde sevdim ben pink floyd. dünyanın en iyi gitar solosu dedikleri solodan da hiç zevk almadım.

flodianlarını benden uzak tut pink floyd. pek hazetmiyorum senden.

21 Temmuz 2009 Salı

lütfen, önce iyi haber!

"bir iyi bir de kötü haberim var." diye başlar hep. iyi ve kötü haber sayıları değişken olabilir, neyse. kahramanımız -kendisine "önce hangisini söyleyim?" denilendir, (diyen kişi sabırlıdır, cevap gelene kadar bekler, cevap gelince de ağırdan alır, düzgün cümleler kurar, haberleri daha önceden duyduğu için sakindir hep) heyecanlıdır, korkar, merak eder, sabırsız sabırsız sabırsızdır- düz bi mantıkla hareket eder: "önce kötü!".

ince hesapların insanı olmaya iter onu heyecanı. önce kötü haberi ister, ister ki bozulan morali, ya da belki yaşadığı hayal kırıklığı arkadan gelecek olan iyi haberle düzelsin. düzelsin ki, devam etsin ne yapıyorsa işte ona. bozulmadan. hatta değişmeden. hesapta.

oysa kötü haberle gelen, düzeni bozan his, iyi haberle gitmeyecek. bütün hislerin ayrı odaları var, kötü his odasına yerleşti ve kendiliğinen yavaş yavaş buharlaşıp yok olana kadar kahramanımız onu hissedecek. iyi haber geldiğinde, iyi hissin de bi odası olacak ve kötünün başına gelenler, onun için de aynen geçerli olacak.

bi iyi bi de kötü haber durumları yeterince kötü. bu senaryoları yazan insanlar, en azından haberleri bizim istediğimiz sırada verecek olan kişiye "önce iyi!" dedirtin!

önce iyi! -ki karakterimiz tadını çıkartabilsin.
önce iyi! -ki birazdan gelecek (gelmesini engelleme-erteleme şansı yok) kötü hissin kokmuş odası biraz daha boş kalsın.
önce iyi! -ki adam/kadın kötü haberin varlığını (ve onu bilmesinden kaynaklanan endişeyi) bi süreliğine unutabilsin.

lütfen, önce iyi haberi söyletin karakterlerinize! kötü haberin varlığını bile söyletmeden.

alıntı #1

"karanlıktı gökte ağaçlar."
william faulkner (ses ve öfke'den)